No account yet? Register
Bugünkü yazımızla, “Tıp Tarihi” yazı dizimizin 2. Bölümüne geçmiş oluyoruz. Hatırlanacağı üzere ilk bölümde tıbbi bilginin günümüze kadar olan evrilmesinden bahsetmiş, ilk çağlardan başlayarak bir anlamda “hastalık iyileştiriciliğinin” kimler tarafından ve nasıl yapıldığına dair bilgilerimizi sizlere aktarmıştık. Yazı dizisinin ilk bölümüne göz gezdirmek isterseniz, lütfen tıklayınız…
Eski dünyanın pek çok bölgesinde yaşayan insanlar, zamanla toplanıp yerleşik hayat yaşamaya karar verdiklerinde, kısaca “uygarlık” lar oluştuğunda tıp anlayışlarında da hızlı bir gelişim sürecine girildi. Mezopotamya’dan Mısır’a, Çin’ den Roma ya kadar zamanın büyük yerleşimlerinde; bulunduğu çağın genel anlayışına yakın ya da bir adım önünde değişik tıp anlayışları hakimdi. İşte bu yazıda, eski uygarlıklar ve onların tıp anlayışlarından bahsedilmeye çalışılacaktır.
TIP TARİHİ YAZI DİZİSİ – Bölüm 2 ESKİ UYGARLIKLARDA TIP
KISIM 1: Mezopotamya Uygarlıkları ve Tıp
Pek çok medeniyetin doğuşuna ve bir o kadarının da çöküşüne tanıklık etmesi nedeni ile Medeniyetlerin beşiği olarak ifade edilen Mezopotamya, Fırat ve Nicle nehirleri arasında kalan bölgeye verilen isimdir. Bu bölgeyi yaşadığımız dönem ile ifade edecek olursak; Güneydoğu Anadolu, Güneybatı İran, Kuzeydoğu suriye ve Irak’ı içeren coğrafyayı işaret etmiş oluruz.
Bilinen ilk “okur yazar” toplumlara ev sahipliğini yapan Mezopotamya’da ilk akla gelen medeniyet Sümerlerdir. Ancak bu ünlü medeniyet’in haricinde Babil, Asur, Akad ve Elam medeniyetleri de zaman içinde hüküm sürmüştür.
Başlıca çalışma alanı astronomi olan Sümerlerin tıp anlayışı genel anlamda büyüsel tıp şeklindedir.
Tıbbi uygulayıcılarının din adamı olduğu bu medeniyetteki tıp ilkeleri de, haliyle; yıldızların durumundaki değişiklikler, mevsimlerin hareketi, gökyüzü gözlemleri ile dönemin insanlarındaki rahatsızlıkların ilişkisine göre oluşturulmuştur. Bununla birlikte büyü ile uğraşan ile tıp ile uğraşanlar farklıdır. Tıp uygulayıcıları “A-su” olarak bilinirken, büyü ile uğraşanlara “Asipu” denilmektedir.
Onlara göre yıldızların hareketlerindeki önemli değişiklikler, yaşam ve ölüm arasında giden süreç için ipuçlarını vermektedir. Aynı şekilde, doğum ile birlikte açığa çıkan anomaliler de felaket ya da tam tersine bir gücün habercisidir.
Örneğin, insan bedeninin sağ tarafındaki bölümündeki organ büyüklüğü ya da anomalisi o kişi için ileride güç ve başarının sembolü iken, sol tarafındakiler zayıflık ve hastalıkların işaretçisidir. İşte kişiyi hasta eden bu durum onun kaderidir, ve bu; yıldızlardan gelen bir yazgıdır. Ancak her ne olursa olsun, bir hastalık varsa ortada bir günah vardır, Kişi bunu itiraf etmelidir.
Hekim adı verilen büyücüler de bu itirafları da alarak kendilerince bilinen büyüsel araçlarla kötülükleri çıkartıp iyiliklerin girmesi için uğraşırlar. Üstelik kendilerine ait Tıp Tanrıları da mevcuttur. Bildiğimiz en eski tıp tanrılarının ismi “Sin” dir. Ay tanrısı olarak da adlandırdıkları bu tanrı, şifalı bitkilerin büyümesini yönetmektedir.
Birçok eski uygarlıkta olduğu gibi sümerlerde de KAN, her tür yaşam fonksiyonu için temeldir. Onlara göre, kanın tamamını toplayan KARACİĞER yaşamın temelidir. O halde, hastalanmış kişi için geleceğin ne getireceği sorusu bir kurbanın karaciğeri ile tahmin edilebilir fikrine sahip olan bu uygarlıklarda çok uzun yıllar hatta birkaç yüzyıl boyu, bir nevi “Karaciğer Falı” hekim/eczacı olarak da tanımlayabileceğimiz A-su/Baru tarafından icra edilmiştir.
Mezopotamyanın zengin doğal kaynakları ve yaşama/tarıma can katan suları önemli işlere imza atanlar için ilham kaynağı olmuştur. Bu anlamda, A-su ya da A-zu isminin niçin hekimlere verildiğinin yanıtı da bu zenginlikten gelmektedir. Zira, “A-su” suyu bilen adam anlamındadır…
Karaciğer falı, kendine has terminolojisi ve de özellikle kısaltılmış terimlere sahip olması dolayısıyla, anlaşılması zor bir faldır. Öncelikle kurbanın (ki bu genellikle bir kuzu ya da koyundur) karaciğer ve çevre organlarla olan ilişkisi değerlendirilip yorumlanır. Sonrasında ise karaciğer yorumlanmaya başlar. Bir örnek ile ifadelendirecek olursak; inceleme sırasında sistik kanalın yassılaştığı görülürse “hasta ölecek”, lenfatik kanal yassılaşmışsa “hasta yaşayacak” tır.
Karaciğer Falı Kil’ den yapılmış Modeli
Mezopotamyanın tarihte önemli bir yer edinmesinde, “yazı” nın ilk keşfedildiği/hayata geçtiği bölge olması da etkilidir. Çivi yazısının keşfi ile başlayan bu süreç, tıp alanındaki bilgilerin de zamanımıza aktarılmasına vesile olmuştur. Bu anlamda, tarihte bilinen en eski tıp “El kitabı” da bu dönemde yapılan bir tablet ile günümüze getirilmiştir. Küçük bir ilaç kodeksi olarak tanımlanabilecek bu tablette çeşitli bitkilerden üretilen merhem ve içmek üzere hazırlanmış süzülmüş sıvılardan bahsedilmektedir.
Mezopotamya’nın en eski tıp tabletleri M.Ö. 3000 yılı sonlarında Sümerler tarafından kaydedilmiştir.
Hekim ve Büyücülerin beraber çalıştıkları bu topraklarda, hekimlere daha çok zanaatkar gözü ile bakılmaktadır. Hekimler, hazırladıkları iksir, lapa, eriyik ve sargılarla; büyücüler ise, ayinlerle hastaları tedavi etmeye çalışmışlardır.
Mezopotamyanın üstün kültürü sadece doğasından gelmemiştir elbet, buradaki yerleşik uygarlıklar zamanlarının önemli tıbbi incelemelerini de gerçekleştirmiştir. Öyle ki, ilgili tabletlerde; boğaz, kulak, kalp, akciğer, karaciğer, mide, bağırsak, idrar yolları ve cilt rahatsızlıkları hakkında ayrıntılı bilgi verilmiş ve bunların belirtileri ile tedavi yolları açıklanmıştır. Sarılık hastalığının karaciğerden kaynaklandığının fark edilmesi de bu dönemde olmuştur. Yine, miyopluğu ve hipermetropluğu gidermek için mercekler kullanılması da bu döneme denk gelmektedir.
Yazı Dizisi İkinci Bölümünün 1. Kısmında Mezopotamyada Tıp konusunu derlemiş oldum…
Sonraki yazım: Eski Uygarlıklarda Tıp, Kısım 2: Mısır Tıbbı
1–3
Bir Yanıt
Bir süredir merak edip okumayı istediğim bir konuydu. İlgiyle bekliyorum sonraki yazıları. Emeğinize sağlık teşekkür ederim.