No account yet? Register
“Beyler, size şunu söylemek isterim ki; öğrendiğiniz şeylerin yarısı yanlış ve o yarının hangisi olduğunu bilmiyoruz.”
– William Osler, Oxford tıp mezunlarına hitaben
1960’lı yıllarda orta halli bir Anadolu evinde, evin annesi üstü dantelle örtülü bugüne göre bir hayli iri sayılacak radyosundan eve yayılan programı dinlemekteydi. “Çocukların her yaş için olmaları gereken boy aralıkları vardır”, diyordu konuşmacı -elbette- didaktik bir ses tonuyla. “Bu boy aralıkları şöyledir…” Bir yandan radyoyu pür dikkat dinlerken, bir yandan da bir odadan diğerine koşturup oyunlar oynayan henüz 5 yaşındaki büyük oğluna takıldı gözleri. Acaba çocuğunun boyu sağlıklı aralıkta mıydı?
“5 yaşındaki bir çocuğun boyu en az…., en çok…. olmalı.” cümlesini duyduğu gibi yerinden fırladı ve mezurayı kaptığı gibi çocuğunu yakalayarak boyunu ölçtü. Eyvah! Çocuğunun boyu radyoda belirtilenden tam 5 cm uzundu. Bunu bir sağlıksızlık alameti görerek korktu ve radyo programında boyu çok uzun olanlarda sütü kesmek gerekeceğini duyduğu anda, çocuğunun her gün iştahla içtiği sütü kesmeye karar verdi. Yeniden süt içmesine izin vermesi için, oğlunun Marshall yardımlarıyla gelen süt tozu paketini boşalttığı bir tabağa büyük bir heyecanla su koyup “süt” yapmaya çalıştığını görmesi gerekecekti.
Babamın bu hikayesini her duyduğumda, aklıma – hadi kabul edelim – birazcık hoyratça, kendi malımızmış gibi kullandığımız “bilim” kavramının aslında ne kadar çok boyutlu ve çok paydaşlı bir kavram olduğu gelir. Bilimde çoğunlukla bir konuda kesin bir doğru yoktur. Bilim, bir “bilgi edinme ve yöntemli araştırma sürecidir”. Bilim çürütülebilmeli ve tekrarlanabilmelidir. Bilimde, korelasyon nedensellik belirtmez: Yatıp uyuduğunuz her gecenin peşinden güneş doğması, siz uyuduğunuz için güneşin doğduğunu göstermez (post hoc ergo propter hoc).
Hepsinden öte, bir şeyin bilimsel olarak doğru olması, günlük pratikte uygulanabilir olduğunu göstermez. Günlük pratikte uygulanabilir olması, “vatandaşın” onu doğru anlayabileceğini ve kullanabileceğini göstermez. Jetgillerde, 2000’li yıllarda uçan arabalarla gezildiğini hatırlarsınız. Hepimiz bunu hayal etmiyor muyduk? Aslında yaklaştık da… 1988’de uçan araba prototipi haberlere konu olmuştu. O zamandan beri “eli kulağında”. Ama hala kullanımda değil. Yüz yıldır “kansere çözüm” bulunuyor, ama hala gidecek çook yolumuz var. Bilimsel bir çok çalışmada böyle “ama”lar varken, insan belki de doğası gereği kesin konuşmayı seviyor. “Şu anki bilgilerimize göre doğrusu şu…” demek ile “Doğrusu şu…” demek arasındaki fark; “2000’lerde uçan arabalar yapmak mümkün olacak” ile “2000’lerde bütün insanlar uçan arabalarla seyahat edecek” kadar büyük.
Bilimin ne olduğunu, yöntemlerini ve süreçlerini doğru kavrayamadığımızda; “Dün domates yiyin diyorlardı, bugün yemeyin diyorlar”, “Haberlerde okudum, kanseri bir hapla yok edebilirler ama etmiyorlar”, “Bu aşılarla bizi hasta ediyorlar” gibi lümpen muhabbetlerine meze ediyoruz bilimi.
Daha önce yüz yıl geriye giderek “Bir Zamanlar Acil Tıp” ile acil tıbbın geçmişine yolculuk yapmış, “Basının Gözüyle Türkiye’de Tıbbın Yakın Tarihi”nde ise gazete ve dergi küpürleriyle ülkemizde tıbbın geçmişine bir göz atmıştık. “Sci-Hub: Kahraman mı? Hırsız mı?”da bilime açık erişim felsefesinden Sci-Hub’a uzanmış, “Nazilerin Mahkum Kadavraları ve Pernkopf Atlası”nda ise etiği aradan çıkaranların bilim adı altındaki vahşetlerine göz atmıştık.
Bu yazımızda ise, geçmişte bilimsel olarak kabul görmüş, hani o döneme gidip hastalarınıza uygulasanız makul karşılanacak, ancak bugün -neyse ki- uygulamadığımız yöntem ve tedavilerden bahsedeceğiz.
Resüsitatif Lavman
18. yüzyılın sonlarında Londra’da boğulanları, başka şanssızlıklar da bekliyordu. Halktan biri yardıma koşabilir ve bilincini kaybetmiş kişinin rektumundan sigara dumanı vermeye çalışabilirdi.
Yanlış duymadınız. “Sigara dumanı lavmanı”, 1774’te Londra’da kurulan, Boğulmuş Görünen Kişilerin Kurtarılması Derneği’nin (Society for the Recovery of Persons Apparently Drowned) önerdiği resüsitasyon yöntemlerinden biriydi. O dönemde resüsitasyon kavramı pek bilinmediğinden ve ölüye dokunmak pek ilgi çekici gelmediğinden olacak, derneğin kurucuları, başarıyla sonuçlanan resüsitasyonlar için ödül vaadetmişlerdi. Ancak suda boğulmalarda kalp masajı ve ağızdan ağıza solutma gibi yöntemler kullanılmıyordu. Hatta ağızdan ağıza solutma özellikle kötüleniyordu. 1776’da İngiliz doktor William Hunter, bu yöntemin “ayak takımının ölü doğmuş bebeklerin yaşaması için yaptığı şeyler” olduğunu söylemişti. Bunun nedenlerinden biri, o dönemde hekimlerden pek de değer görmeyen ebelerin yüzlerce yıldır yenidoğan resüsitasyonunda ağızdan ağıza solutmayı kullanması olarak görülebilir. Onun yerine, cildi ovalamak, trakeaya bir tüp sokarak ciğerleri şişirmek ve kan almak gibi yöntemler deneniyordu. Ancak yöntemlerin en ilgi çekicisi, rektal yolla tütün üflenmesiydi. Bir alet kullanılarak, rektuma yerleştirilen bir boru vasıtasıyla tütün dumanı bağırsaklara pompalanıyordu.
Thames Nehri’nde çok sayıda boğulma vakası görülmesi nedeniyle; Dernek, nehir kıyıları boyunca bir çok noktaya bahsettiğimiz aletlerden yerleştirmişti. Diyelim ki, Thames Nehri kıyısında yürürken su yüzeyinde birini gördünüz. Hemen sudan çıkardıktan sonra, en yakın alet çantasına koşmanız, biraz tütün yaktıktan sonra boruyu rektuma yerleştirmeniz ve sigara dumanını barsaklara pompalamaya başlamanız gerekiyordu. Sigara dumanı (nikotin) uyarıcı etki yapacak ve kişinin kalbi yeniden çalışacaktı.
İşe yaramaz gibi değil mi? Saygın Tıp Dergisi The Lancet’e göre işe yaradığı da olmuştu. Yine de o dönemde (ilkyardımcı veya hasta) olmadığımıza sevineceğimizde kuşku yok.
Waterloo Dişleri
Geçtiğimiz yüzyıllarda diş hekimliği günümüzdeki gibi standartlara sahip bir uzmanlık dalı değildi. Eli demir tutan herkesin “dişçilik” yapabildiği 19. yüzyıl Avrupa’sında dişi kuvvetlice kavrayabilecek her alet dental malzeme sınıfında görülüyordu. Özellikle korkunç görünümlü kerpetenler ve “diş anahtarı” adı verilen aletler, anestezi ve analjezi imkanlarının da yokluğunda insanların kabusu haline geliyordu.
Öğütülmüş kömür, tebeşir, tuğla ve tuz gibi malzemelerden üretilen diş macunları, at kılından yapılan diş fırçalarıyla birleştiğinde; hijyen arayışında olanlara yarardan çok zarar getirebiliyordu. Çürüyen dişler için dolgu yapmak mümkün olsa da, sıklıkla diş çekimi tercih ediliyordu. Hatta Washington başkan seçildiğinde, ağzında sadece tek dişi kalmıştı. Hızla yitirilen dişler için çözüm takma diş kullanılmasıydı. Burada da malzeme olarak mors ya da su aygırı dişi, porselen veya ölü-diri diğer insanlara ait dişler kullanılıyordu. Waterloo Savaşı’nda binlerce asker hayatını kaybettiğinde, Londra’daki müşteriler kavuşacakları takma dişlerin hayaliyle keyiflenmişlerdi. Çünkü savaş sayesinde; genç, sağlıklı insanlara ait dişlere kavuşacaklardı. Bu dişler; “Waterloo Dişleri” veya daha kibar bir isimlendirmeyle “Waterloo Fildişi” adıyla yüksek fiyattan saygın müşteriler için ayrılıyordu. Ancak iyi bir takma diş de uzun süre çare olmuyor, çabuk koku yapmaları ve çürümeleri insanları kısa sürede rahatsız ediyordu.
Gurur ve Önyargı’nın yazarı Jane Austen, kitabı kaleme aldığı yıl kız kardeşine yazdığı bir mektupta, diş çekimi sırasında yaşadığı çileyi detaylıca anlatmıştı (Bu mektup yakın zamanda müzayedeye çıktı).
Akıl Hastaneleri
Tıpta gerek anlayış, gerekse tedavi anlamında geçtiğimiz yüzyılda en çok gelişen bölümlerden biri Ruh ve Sinir Hastalıkları oldu. Psikiyatrik ve nörolojik hastalıklardan muzdarip hastaların, lobotomiden Utica Beşiği’ne, frenoloji şapkalarından, trepanasyona kadar onlarca korkunç yöntemle “tedavi edilmeye” çalışıldığı “Akıl Hastaneleri” mazide birer utanç vesikası olarak yerlerini koruyorlar.
ABD’de ilk kuruldukları dönemlerde 250’şer hasta kapasiteli, yoğun güneş ışığı alabilen tek tip yapılar halinde tasarlanan akıl hastanelerinde kısa sürede hasta sayısı kurum başına 500’ü geçer. Göçmenler, artan farkındalık derken, kurumların kapasitesi haddini fazlasıyla aşar. Hatta 1954’e gelindiğinde New York’taki Pilgrim Eyalet Hastanesi 13.000 hastaya ev sahipliği yapar.
1843’te açılan New York Eyaleti Utica Akıl Hastanesi (Bugünkü Utica Psikiyatri Merkezi), enstitünün işlevselliğini artırmak için çeşitli teknolojiler dener. Marsilya Akıl Hastanesi’nde geliştirilen kısıtlayıcı beşikten ilham alan günümüzdeki adıyla Amerikan Psikiyatri Birliği kurucularından Dr. Amariah Brigham, tabut şeklinde bir beşik tasarlar: Parmaklıklı kenarlara ve açılır-kapanır tavana sahip, 91,5 cm genişliğinde, 183 cm uzunluğunda ve 46 cm yüksekliğinde olan bu beşik “Utica Beşiği” adını alır ki, içine hastane yatağı da konulduğunda yüksekliği sadece 30,5 cm kalır. Bu korkunç yatak o kadar tutar ki, 1850’lerden sonra ABD’deki bütün akıl hastanelerine yayılır. Bu yataklarda “karışıklığa yol açan” hastaların zaptedilmesi amaçlansa da, bu tanımın kimleri kapsadığı tam olarak anlaşılamaz. Epilepsiden savaş sonrası travmaya kadar onlarca tanıyla hastalar bu beşiklere hapsedilirler. Bir kere beşiğe giren, günlerce çıkamaz; bir çok hasta beşiklerde ölü bulunur.
Sülük Vazoları
Sülüğün tıbbi amaçlarla kullanımı yüzyıllardır yaygın olsa da 19. yüzyılda Avrupa’da ve ABD’de kelimenin tam anlamıyla bir sülük furyası patlak verir. Askeri tıp subayı François Joseph Victor Broussais bu canlıları kullanarak kan almaya meftundur ve çevresindeki herkese de aynı sevdayı yayar.
İnsanlar çaresi olan her derdin çaresini sülükte aramaya başlarlar. Baş ağrısından akıl hastalıklarına genişleyen bir spektrumda, insanlar sülüklerin ağzına bakarlar. Sadece Fransa’da kullanılan sülük sayısı yılda bir milyarı aşar. Yetmez, yurtdışından ithal etmeye başlarlar. Birden eczane vitrinleri şaşalı sülük vazolarıyla dolar. Bu rokoko tarzı seramik vazolar, çeşitli çiçek desenleriyle bezenir, renkli renkli ışıldarlar.
1850’lerde ABD’de eczacılık faaliyetleri profesyonel bir temele otururken, gösterişli vazolar da vitrinleri doldurur. Ancak tentürler, demirhindi ve bal dolu vazoların yanında, sülük dolu vazolar baş köşeyi kapar. 1,7 litrelik bir vazonun üçte birini suyla doldurur, içine 250 civarında sülük koyarlar. Yazları 2 günde bir, kışları haftada 2 kere derken; sularını değiştirmek bile vakit çalar. Amerikalılar kendi sülüklerini beğenmez, İsveç’ten, Almanya’dan sülük ithal etmeye başlarlar, ki 100 tanesi bugünün parasıyla 100$ tutar. Elbette aynı sülüğü bir çok insanın kullanması sık görülür, bir çok bulaşıcı hastalık artar. Vazo imalatı işinin ekmeğini ise İngilizler yer, Staffordshire’dan Samuel Alcock & Co. vazolardan binlerce üretir, elini öpene satar.
İdrar Tedavisi
Tedavi olmak için idrarını içen birini duydunuz mu? Neyse ki artık duymadığımız bu yöntem, geçtiğimiz yüzyıllarda sıkça kullanılıyordu. Roma’dan Rönesans dönemine, Asya’dan Avrupa’ya bir çok ülkede; diş beyazlatma, cilt bakımı, akne tedavisi, kemik iyileşmesi ve boğaz enfeksiyonlarının tedavisi için kullanılan idrar tedavisinde, bazen direkt tüketim, bazense krem şekline getirmek gibi “dolaylı” yöntemler tercih ediliyordu.
Sakinleştiriciler
Biraz yaramaz bir çocuğunuz mu var? Yoksa evladınız diş çıkardığı için biraz huzursuzlanıyor mu? Çaresi Mrs. Winslow Sakinleştirici Şurupları! 1800’lerin sonunda rafları dolduran bu ürünler, çocukları gerçekten de sakinleştiriyordu. Ancak kullananlarda ölümler görülmesi üzerine Washington Kimya Bürosu tarafından incelemeye alınan bu ürünlerde; morfin, esrar, eroin, toz afyon gibi uyuşturucu maddeler bulundu. Bunun üzerine tarih sahnesinden sessiz sedasız silindiler.
Coca Cola’nın “Hayata daha iyi bir başlangıç için, kolaya erken başlayın!” sloganlı reklamıyla ve diş ağrısı için kokain öneren reklamla birlikte düşünülünce, o dönemde çocukları acımasız bir dayanıklılık testine tabi tutuyorlarmış gibi görünüyor.
Nezle en yaygın hastalıklardan biri ve bu yüzden tedavisinin geniş bir ilaç pazarı oluşturması da doğal. 1900’lerin başlarında bir firma, öksürüğü kesmek için Eroinden ilaç üretmişti. “Bağımlılık yapmaz” gibi ironik bir sloganı olan bu ilacın üretici firması da oldukça tanıdıktı: Bayer. Morfinin asetilli hali olan Eroin, morfin bağımlılığın tedavisi için de “bağımlılık yapmayan” alternatif olarak öneriliyordu. Tabi etkisi anlaşılana kadar. Sonraki yıllarda Bayer’den Gerhard Schrader; Naziler için Tabun (GA), Sarin (GB), soman (GD) ve siklosarin (GF) kimyasal silahlarını da üretecekti (Siyanürden 500 kat daha toksik olan Sarin, enteresandır ki, kendisini keşfeden insanların “onuruna” isimlendirildi: Schrader, Otto Ambros, Rüdiger ve Hermann Van der Linde) .
Biraz Radyasyon Alır Mıyız?
Radyasyonun korkunç etkileri anlaşılmadan önce, insanlar eşyaların parıldamasına sebep olan zararsız (hatta sihirli etkileri olan) bir şey sandıkları radyoaktif maddeleri kullanmakta bir problem görmüyorlardı.
Çoğun Alman menşeli olmak üzere; 1910’ların Batschari marka Radyumlu sigaraları, 1930’ların Tho-Radia marka toryum ve radyumlu güzellik ürünleri, 1931-36 arasında üretilen radyumlu çikolatalar, 1940-45 arasında üretilen radyumlu diş macunu örnek olarak verilebilir.
Yine Radithor marka takviye ürününün de (İlaç olmadığı reklamında da vurgulanıyordu); artrit, romatizma, akıl hastalığı, mide kanseri ve impotansa karşı etkili olduğu söyleniyordu.
Aynı dönemde ABD’de üretilen ve parlaması için radyumlu boya kullanılan saatler, bir çok işçi kızın ölmesine veya sakat kalmasına yol açmıştı. Garipler, boya fırçalarını ağızlarıyla inceltiyorlardı çünkü…
Doktorlar Camel İçer!
Sigara sektör, 1920-1950 yılları arasındaki dönemde reklam işini bir hayli abartmıştı. Bebeklerden Mickey Mouse’a kadar aklınıza gelebilecek her “aktör” sigara reklamlarında boy gösteriyordu. Elbette sigaranın “sağlıklı” olduğunu göstermede hekimlerden daha iyi bir grup bulunamazdı. Camel 1946-1950 yılları arasında “More Doctors Smoke Camels” reklam serisi ile doktorları işledi. Reklamlarda gerçek sporcular ve aktörler oynatılıyordu. Ancak hekimlerden bahseden bu reklamlarda gerçek hekimlerin oynaması – lisans kaybettirecek olması nedeniyle – mümkün değildi. Bu yüzden doktor rolü oynayan çeşitli aktörler kullanıldı. Reklamlar tıp dünyasından pek tepki görmedi. Hatta Journal of the American Medical Association gibi tıp dergilerinde bu reklamlar defalarca boy gösterdi.
More Doctors reklam serisinde, babası kadın doğumcu olan bir çocuğun tıp dünyasındaki yolculuğu konu ediliyordu. İlk reklamda çocuğun doğum gününde babası doğum yaptırmak üzere evden ayrılmak zorunda kalırken, oğlunun başını okşamayı ihmal etmiyordu. “Şimdi” diyordu, “Baban başka bir ‘Doğum günü partisi’ne gitmek zorunda…” Gözleriniz yaşardı değil mi? Yaşlı gözlerle reklamı okumaya devam ettiğinizde ise, “Yakın zamanda yapılan bir ulusal anket çalışmasına göre, Doktorların çoğu diğer sigaralara göre Camel’ı tercih ediyor” mesajı yüzüne çarpıyordu.
Sonraki reklamda çocuk büyüyor, kariyer tercihi için başvurduğu babası “Bu senin kararın!” diyordu. Sonrasında babası oğlunun tıp fakültesindeki dersine katılıyor, oğul intörn oluyor ve sonunda kendi muayenehanesini açıyordu.
Reklamlar boyunca doktor, kararlı, özverili, çalışkan bir insan olarak gösteriliyordu.
Peki şu doktorların çoğunlukla Camel’ı tercih ettiğini gösteren ulusal çalışma nasıl yapılmıştı? Tıbbi etkinliklere katılan Camel reklamcıları, doktorlara Camel standlarında ücretsiz sigara dağıtıyordu. Sonrasında da etkinlikten çıkan hekimlere iki sorudan biri soruluyordu: 1) Tercih ettiğiniz sigara markası nedir? 2) Şu an cebinizde hangi sigara var?
Anketin sonucunu söylememe gerek bile yok.
Sonuç
Yüz yıl önce hekimlerin katıldığı bir toplantıya katılmış olsaydık konuşulanlar ne kadar komik gelirdi değil mi?
Bir yüzyılda bilimsel olarak doğru kabul edilen bir şey, sonrakinde yanlış görülebilir. Bir ürün; bir yüzyılın ilk çeyreğinde kalp hastalığı yaparken, ikinci çeyreğinde kalp ve damarları koruyucu kabul edilebilir. Bir yılın en popüler etken maddesi, bir yıl sonranın öcüsüne dönüşebilir. On yıl öncenin bazı muallakta konuları bugün için güneş gibi net, on yıl önce cevabı net olan bazı soruların cevapları ise bugün bulanık. Bir yayın çıkar, bugün kullanmadığımız bir ilacı alır baş köşeye koyarız. Bir rehber yayınlanır, bir grup ilacı toptan siler atarız.
Bilim böyledir. Değişir.
Bize düşen, şüpheciliği asla elden bırakmadan daima doğruyu aramaktan fazlası değildir.
“Bir çağda dünya görüşü olan şeyler, bir sonraki çağda saçmalıklara dönüşmüş, dünün ahmaklığı ise yarının bilgeliği olmuştur.”
– William Osler
Kaynaklar
- H. Oatman-Stanford, Bloodletting, Bone Brushes, and Tooth Keys: White-Knuckle Adventures in Early Dentistry, Collectors Weekly, https://www.collectorsweekly.com/articles/white-knuckle-adventures-in-early-dentistry/
- J.L. Hester, For Sale: Jane Austen’s Wince-Inducing Descriptions of 19th-Century Dentistry, Atlas Obscura, https://www.atlasobscura.com/articles/jane-austen-letter-dental-history
- K. Arbini, The Utica Crib, Science and Technology in the United States, https://weirdscience390.wordpress.com/2016/10/18/the-utica-crib/
- T. Rondinone, A Cultural Historian Explores an Old Mental Hospital, and Why They Scare Us, Atlas Obscura, https://www.atlasobscura.com/articles/ghost-tour-mental-hospital
- S. Imbler, The Weirdly Ornate Jars Designed Just for Precious Leeches, Atlas Obscura, https://www.atlasobscura.com/articles/ornate-jars-for-leeches
- İ. Sarbay, Sarin Gazı Nasıl Bulundu?, Opereyşın, http://opereysin.com/arastirma/5135-sarin-gazi-nasil-bulundu/
146 Responses
Eline sağlık, yine ilgi çekici, çok güzel bi yazı olmuş ?
Çok teşekkür ederim
şahane bir yazı zevkle okudum ..tebrikler
Çok teşekkür ederim!
Öyle bir resüsitasyon çantası arabaya koyalım! 🙂
Çok güzel bir yazı!!
Çok teşekkürler ☺️
Elinize sağlık , güzel bir çalışma olmuş
Teşekkür ederim