No account yet? Register
21. yüzyılın ilk yıllarından birinde, Ankara’da sabahların ayaza kestiği, günlerinse güneşli geçtiği eylül günlerinden bir öğle sonu acil servisin toplantı salonunda oturuyoruz. Üçümüzün de önünde bilgisayarlar ve çıktı olarak alınmış bildiri özetleri var. Asistanlık yıllarımızın sonlarındayız. Kongreye yaklaşık bir buçuk aylık bir süre kalmış, bütün derdimiz bildiri özetlerini son güne yaklaşırken yetiştirebilmek.. Toplantı salonuna arada acil servisin rutin gürültüsüyle, denizdeki dalgalar gibi kabarıp sonra tekrar durulan ajitasyon anlarının sesleri geliyor. Sanırım sadece acil serviste çalışan bir insanın ayırt edebileceği bir fark bu; bazal gürültü ile birazdan fırtına kopacak sesleri arasındaki fark..
Yanlış bir sayı vermek istemem ama, üçümüzün hazırlayıp önümüzdeki kongreye göndereceğimiz bildiri sayısı 30’un üzerinde. Üstelik hepsi olgu sunumu falan da değil, bazıları için uğraşa uğraşa istatistik yaptırmışız (hatta kendimiz yapmaya uğraşmışız), bazıları “hadi şu gelen vakaları bir toplayalım hele” benzeri tanımlayıcı çalışma niteliğinde, bazıları olgu serisi gibi.. Bu kadar araştırmanın ve olgunun kongreden ödülsüz dönmesi de pek mümkün görünmüyor bize göre. Yazdığımız bazı bildirilerin, taşın suyunu sıkmaya çalışmak olduğunun farkındayız. Nitelikten çok niceliği önemsediğimizin de farkındayız, ama yine de ortada ciddi bir emek var.
Karşımda suratı asılmış ve yorgun vaziyette oturanlardan biri Dr. Ş. Kerem Çorbacıoğlu, diğeri ise Dr. Gökhan Aksel. Yıllardan beri birbirimizi acımasızca eleştirmeye yatkınlığımız olduğumuzdan, eldeki bildiri özetleri de bu eleştirilerden paylarına düşenleri almışlar. Yazıların üstü çizik dolu, bildiriler de farklı kaydet tuşuna basılmaktan bitap düşmüş şekilde.
O kongreyi gayet iyi hatırlarım hala.. Bildirilerimizin yaklaşık yarısı kongre öncesi ilk değerlendirmede reddedildi. Geri kalanlar kabul edildi ve bunları büyük ümitlerle sunduk. Değerli oturum başkanları hepsini “hmm” diyerek dinlediler, birkaç soru sordular ve hiçbiri ödül alamadı. Acı.. O zaman bu bilimsel kongreler sadece doktorların tatil ihtiyaçlarını karşıladıkları, arada oturumlara girdikleri, bilimsel ödüllerin eşe dosta dağıtıldığı tuhaf ritüeller miydi? Ya da biz, asla içine giremeyeceğimiz bir kulübün üyesi olmaya mı çabalıyorduk? Bir de tabii: Bu kadar uğraşmaya ne gerek vardı?
**
27 Aralık 2012, saat 16:38. Yine Ankara’da, bu sefer bir eğitim-araştırma hastanesinin acil servisindeyim. Sabah nöbetten çıkmaya rağmen hala eve gidememiş durumdayım, seminer, arkasından yemek, arkasından toplantı derken neredeyse akşam olmak üzere ve yılın ilk karı yağıp ortalığı pamuk şekere çevirdiği için hızla hastaneden çıkmak zorundayım. Yorgunluğun üst bir boyutunda sadece söylenenlere kafa sallamaya başladığımı fark ediyorum. Doktor odasında konuşurken üstüste telefonuma mailler gelmeye başlıyor: “Mail adresin tanımlandı, şifre bilgilerin ekte, mailinin facebook bağlantısı yapıldı, SSL/TLS konfigürasyonu yapıldı…”. 8-9 mailin hepsinde acilci.net isimli blogun ismi var. Dr. Haldun Akoğlu en sonunda kafasındaki projeyi hayata geçirmiş durumda, acilci.net‘i az önce kurmuş, karlar içinde arabaya doğru yürürken daha fazla mail gelmemesi için ilk işim kendisini telefonla aramak oluyor. “Bak ben yazı yazarım, teknolojiden anlamam, bu mailler ne, ne oluyor” konseptli konuşmamız bir saat kadar sürüyor.
O gün yeni kurulan Türkçe blog sitesi, dünyayı kasıp kavuran #FOAMed rüzgarına işaret etmekteydi: Okunmayan kitaplardan, sunumlarına girilmeyen kongrelerden, içi boşaltılmış bilimsel toplantılardan, rutin sunum formatlarından ve bilim adına yapılan, artık bıkılan her şeye karşı, “farklı bir yol var mı” diye sormaktaydı. Farklı bir yol var mıydı? Yazılacak yazılar, gerçek zamanlı deneyim paylaşımları, infografikler, Twitter aracılığıyla anlık aktarılan bilgiler bizim için daha iyi ve yeterli olacaklar mıydı? Kongreler bitmişti sanırım, öyle mi?
**
İçi kitaplarla dolu olan bir odada yeterince kalırsanız, o kitaplar da tam olarak sizin ilgilendiğiniz konuyla bağlantılıysa, diğer tüm dış etkenleri elimine edebilir ve büyük bir konsantrasyonla o kitapları okuyabilirseniz, sözkonusu konuyu öğrenebilir misiniz? Fikir geliştirebilir misiniz? Bir acil serviste hep aynı hastaları görüp, belli bir süre sonunda tüm tanı algoritmleriniz benzeşmeye başladığında, her hastaya aynı basmakalıp yöntemlerle yaklaşıp aynı tedavileri vermeye başladığınızda, bir şeylerin ters gittiğini düşünecek misiniz? Hastalara kendi yaklaştığınız tarzın vazgeçilmez ve en doğru tarz olduğunu, diğerlerinin ise hep bir şeyleri eksik bıraktıklarını hissedecek misiniz?
Dünyada tıp kongrelerinin ne yazık ki tarihçeleri yok. Çünkü insanlarda yazılı tarih ne kadar eskiyse, bir araya gelip bir konuyu tartışarak konuşma tarihi de o kadar eski.. Bu durum şekil değiştirebilir, kabuk değiştirebilir, ama özün değişmesi mümkün değil. Günümüzde bambaşka fiziksel ortamlarda; her şeyi anlık olarak birbirimizle paylaşabildiğimiz birçok platform mevcut; herkes, her yerden ulaşılabilir durumda. Ama bu durum hala yüzyüze iletişimin verdiği duyguyu veremiyor. Bu nedenle kongrelerin en önemli işlevlerinden biri hala, “ne olduğunuzu ve ne olmadığınızı, kendinizi başkalarıyla karşılaştırarak görebilmek”. Bunu ister büyük kongrelerde deneyimleyin, isterseniz lokal toplantılarla.. Ama eninde sonunda, “öğrenmek” için birileriyle etkileşim halinde bulunmanız şart..
Uzun zamandan beri tıp kongrelerine iki-üçün üzerinde bildiri göndermiyorum. Bu konuyu da sadece, artık nicelikten çok niteliği önemsediğim gibi okumuyorum, üretimin sayısı da önemlidir elbette. Sadece arkasında durmakta zorlanacağım, hipotez haline getirmekte bile problem yaşadığım soruları ortaya atmıyorum (atmaktan kaçınıyorum). Belki de bu, yıllardan beri çeşitli dergilerde yapmış olduğum hakemlik süreçlerinin oluşturduğu bir mesleki deformasyon, beğenmeme hastalığı. Bu nedenle bir bilimsel yazıyı ortaya çıkarana kadar, kendimi herhangi bir hakemden daha fazla hırpalıyorum, bu da üretkenliği yavaşlatıyor. Burada “Bunu insanlara duyurmalı mıyım?” motivasyonu, diğer isteklerin üzerinde gelmeli. Bununla beraber, ilk asistanlık yıllarımda gönderdiğim bildirilerden de bir utanç duymuyorum. Bunların içinde “bambaşka bir şey düşünmüştüm, BT çektim bu çıktı” gibi, “karnım ağrıyor demişti, bir muayene ettim ki, şu çıktı” gibi olgu sunumlarında en düşük kaliteyi temsil eden “var olan bir durumu yeniden hatırlatma” misyonuna sahip yazılar yok değildi. Bu nedenle akademik kariyerinin başlarındaki bir araştırmacı için, içeriği çok dolu olmasa da, araştırmacının sadece yazmayı öğrenmesi için yazacağı bildirilerin çok önemli olduğuna inanıyorum. O araştırmacı, gelişmeyi ve ilerlemeyi reddetmediği sürece zaten kendini düzeltip başarılı olacaktır, eğer tek amacı dosyasını doldurmak değilse..
Peki FOAM blogları bu gelişim & değişim eksikliğini ne kadar kapattılar? Oldukça fazla. Andy Warhol’ün ünlü “ileride herkesin 15 dakikalığına ünlü olacağı” varsayımı gibi, FOAM blogları da kısa sürede kendi ünlülerini yarattılar. Bu bloggerlardan bazıları gerçekten yaptıkları işin altını doldurarak sivrildi, bazıları ise kopyala-yapıştır bloggerı oldu. FOAM bloglarının temel getirisi olması beklenen “etkileşim” ise bence yeterince sağlanamadı. Bugün EMCrit’te yayınlanan bir yazıyı, onu bırakın acilci.net‘te yayınlanan bir yazıyı kaç kişi eleştiriyor? Eleştiriden kastım “topa tutmak” değil: “Senin pratiğin böyleymiş, oysa benim pratiğim bu” diyebilmekten bahsediyorum. İçinizden bunun kongrelerde de yapılamadığını düşünenler çıkabilir, aslında ben de böyle düşünüyorum.
Yine yıllar önce katıldığım bir kongrede, muhtemelen ilk sözlü sunumunu yapan ve bu nedenle de heyecanlanan genç bir asistana sunum sonrasında birkaç soru yöneltildiğini hatırlıyorum. Bomboş olan (gerçekten de bomboş olan) sözlü sunum salonuna kendi kliniğinin öğretim üyesinin yanındaki 3-4 kişiyle hızla girip, kızcağızı bağıra çağıra savunmaya çalışması da bizdeki etkileşim ve eleştiri kültürünün bir yansıması elbette. İstenilen tam olarak şudur ki, herkes sözlü sunumunu moderatöre karşı sunsun, sonra görev savar gibi çıkıp gitsin. Kimsenin dinlemediği bildiriler, kimsenin okumadığı kongre bildiri kitapları, kimsenin girmediği salonlar; bunlarla etkileşim olacağını söyleyebilmek de mümkün değil.
Kongrelerin artık ortaya çıkış amaçlarını yansıtmadıkları, pahalı oldukları, üstüne üstlük hekimlerin de bu duruma oldukça alıştıkları söyleniyor; haklılık payı var elbette. Muhtemelen Graham Bell de telefonu icat ederken, bunu nasıl global ranta çeviririm diye yaklaşmamıştır. Gelecekte tüm kongreler, dinleyicilerin etkileşim içinde bulundukları küçük lokal toplantılara veya çalıştaylara evrilebilir. Burada belirleyici olan unsurun da yine hekimler olduğunu bilmek gerekiyor.
Sonsöz olarak şunu söyleyebilirim: Kongrelerin hala gerekli olduğunu düşünüyorum. Bilmediklerimi öğrenmek ya da bilgilerimi tazelemek için değil, şu an bunun için onlarca kaynak var önümde. Kendi dalım içindeki trendleri, uygulamaları, yönelimleri anlayabilmek için. Hala en sevdiğim aktivitelerden biri, kongre sonunda çıkan bildiri kitaplarındaki araştırma metotlarını okuyarak, kafamda başka araştırmalar kurgulamak, esinlenmek. Eğer ben en doğrusunu bilirim, başkasına da ihtiyacım yok derseniz, kongrelere gelmeye de ihtiyacınız yok demektir.
80 Responses
Görmezden gelinen konuları çok doğru ve akıcı bir üslupla kaleme almışsınız elinize sağlık hocam.
Ne yazık ki her geçen gün tartışmadan, fikir alışverişinden ve bilimsellikten uzaklaşılıyor.
Evet haklısınız, çok teşekkürler.
Elinize saglik guzel bir yaziydi hocam.
Çok teşekkürler..